Cumartesi, Aralık 09, 2006,13:02
[m] Taşa taşa taşlaşıyoruz!
- "Ben bir solucanım, fakat Tanrı'nın inayetiyle bir insan olacağım."

4 Mayıs 1916'da cephedeyken ve tam da tehlikeli bir görevi üstlenmişken, savaş günlüğüne işte aynen böyle yazmış Wittgenstein. (Ich bin ein Wurm, aber durch Gott werde ich zum Menschen.)

İnsan olmak... insan hâline gelmek... insanlaşmak...

Böyle bir amacın peşine düşmek için, kişinin kendisini 'solucan' gibi hissetmesi gerekmiyorsa da aczinin, zayıflığının, yetersizliğinin farkına varması şart. Çünkü insan, herşeyden önce, 'olunan', 'ulaşılmak istenen' bir mertebe.

'İnsan' olarak doğmuyoruz; aksine 'insan olma' yeteneğiyle dünyaya gözlerimizi açıyoruz. İstersek, gayret edersek ve tabii ki güç yetirebilirsek ancak 'insan' oluyoruz; olabiliyoruz.

Bir hayvan olarak, bir canlı olarak, bir organizma olarak dünyaya gelmek, ve hep öyle kalmak da var işin içinde.

Hayvanlık, niçin kötü olsun, hayvanlıkla muttasıf olanlar sırf varoluşlarının gereğini yerine getiriyorlar diye? Hayvanlık, eksiklik sadece. Kemâlin noksanlığı. Bizatihi kemâle ulaşamama noksanlığı.

Kendimizi ne zaman bir 'solucan' gibi hissetmeyiz?

Umumiyetle, kibirlendiğimiz, kibrin pençesine yakalandığımız takdirde.

Nedir kibir?

Büyük olmadığı hâlde 'büyükmüş gibi' davranma mı?

Şayet kibrin karşılığı sadece "büyükmüş gibi davranmak", âmiyane tabirle "tafra satmak" olsaydı, bu, pek öyle 'bağışlanamaz' bir suç olarak nitelenemezdi. Herkes büyük olmak, büyük görünmek ister, isteyebilir. Kendince büyüklenebilir. Kibir değil bu. Belki 'tekebbür', belki 'istiğna', ama kibir değil.

Kibir, salt büyük görünmek adına başkalarını küçültmek demek. Kişinin kendisini büyük hissedebilmesi için, başkalarının küçüklüğüne ihtiyaç hissetmesi; yani başkalarının üzerinden büyük olmaya çalışması demek. Türkçe'de yaygın olarak "aşağılık kompleksi" (minderwertigkeit) olarak adlandırılan hâl.

Başkalarında kusur arayanlar, böyle bir takıntının pençesine düşenlerdir çokluk.

Kibir: "Bende yok, onda da olmasın!" demenin (hasedin) bir türü. Yani, diğer taraftan, "Bende var, ama onda olmasın!" demekle (kıskançlıkla) eşleşebilen bir hâl. Başkalarının sözde yokluklarından, yoksulluklarından, yoksunluklarından yararlanmaya çalışmak.

Başkasını aşağıya ittikçe yukarıya çıktığını düşünen, varolmak için değil, varolduğunu hissedebilmek için başkalarını tekmeleyen bir zihin, elbette bu kibrinin bedelini ödemekten kaçamaz, kaçınamaz.

Kibrin yanında dolaşan hâllerden biri de istiğna. Yeterlilik duygusu. Nehir, nasıl yatağından taşarsa, kişinin, kendini o denli 'taşkın' (!) bir surette görmesi.

İstiğna, 'gına' kökünden türüyor. Sahibine ise 'ganî' (zengin/yeterli) deniyor. Karşıtıysa 'fakr'. Yani muhtaç. Başkasına ihtiyaç duyan.

Fakir (fakirliğini idrak eden) aslâ kibre kapılmaz, büyüklük taslamaz, gına (zenginlik) ile başı dönmez. Bilâkis yoksulluğunun ne denli büyük bir nimet olduğunu bilir; insan olma yolunda, fakrı, kendisine bağışlanmış bir ihsan, bir lütuf olarak görür. "Yoksulluğum övüncümdür" (fakrî fahrî) diyen Sâdık'ın sâdık bir izleyecisi ise, zâten şükreder; hâliyle değil, zâtıyla hamdeder.

Adına 'dünya' denilen bu yosmanın insanımızı hayvanımıza ezdirebilmesi, bizleri yoksulluktan utanır hâle getirdiği için mümkün oldu. Yoksulluktan, yoksulluğumuzdan utandıkça hayvanlığımız azdı, insanlığımız ise azaldı. Öyle ki 'zühd' (dünyaya dudak bükme tavrı) hayatımızdan çekildi.

Bir düşünelim bakalım, dünyaya ne kadar dudak bükebiliyoruz? Dünyaya, yani dünyevî olana.

Dünyaya dudak bükebilenlerin mevcudiyeti sayesinde, insanımız hayvanımıza galebe çalabiliyor; insanımız ortaya çıktıkça, izzet ve vakarın ne olduğunu öğrenebiliyorduk. Kaçtığımız için dünya peşimizden geliyordu peşinden koştuğumuz için değil.

Taşmaya başladık, taşkınlaştık. Kibirden başımız döndü. Gönlümüz taş gibi katılaştı. Sözümüz bitti. Sustuk. Taşlaştık.

Ey tâlib, o hâlde, sen önce fakrı taleb et.

Bil ki fakir, "dünyaya muhtaç olan"; müslümansa, "dünyaya teslim olan" demek değildir. Tam tersidir.

Ducane Cundioglu

 
Salı, Eylül 26, 2006,00:44
[w] Papa ile Cum-baba el ele, nereye?
Papa’nın mazereti yok. Zira bu konuşma önceden hazırlanmış bir konuşma. Metin olarak yazılmış. Kamuya açık bir mekanda okunsun diye eline tutuşturulmuş. Belki de işin içinde iş vardır. Bir iç çekişmenin kurbanı da olmuş olabilir Papa. Onu mahcup edecek bir metin yazılıp önüne konularak ofsayta düşürülmüş de olabilir.

Konuşmanın içinde açıkça Efendimiz’i tahkir edici cümleler yer alıyor. Papa, gelen tepkiler üzerine alıntılara katılmadığını söylüyor. Fakat, yaptığı konuşmada bu açıklamasını yalanlayan bir cümle yer alıyor: “bu (alıntılar) beni çok etkiledi ve de bunu konuya ilişkin düşüncelerim için bir kalkış noktası olarak kullanacağım”.

Şu halde, bu tür açıklamaların ciddiyeti yok. O zaman kendi kendimize sormamız gerek: Papa, durup dururken bu konuşmayı niçin yaptı?

Aslında durup dururken yapmadı. Bu taammüden işlenmiş bir sözlü cinayet. İslam’la şiddeti iç içe göstermek, bunu yaparken bir dinin mensuplarını incitici sözler etmek, bir bakıma onları tahrik etmek anlamına geliyor.

Mikrobu insana zerk edeceksiniz, sonra da ateşin neden yükseldi diye onu suçlayacaksınız. Papa’nın bu konuşmasına İslam dünyasından yükselmesi muhtemel tepkilere gene aynı pişkinlikle karşılık verecekler; tıpkı, karikatür krizinde olduğu gibi.

Aslında bu operasyonu Kardinal Ratzinger’in Papa seçildiği güne kadar götürmek gerek. Bir önceki Papa öldüğünde, Alman asıllı Ratzinger’in Papa adayları arasında adı geçiyordu. Herkesin beklentisi, Vatikan tahtına bir “şahin”in oturtulacağı yönündeydi.

“Oturtulacağı” dedim, zira tüm dünyada istediği gibi at oynatan egemen güçlerin Papa seçimi gibi çok önemli bir makamı ihmal edeceklerini düşünmek hayli safdillik olur. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği seçimi, NATO Genel Sekreterliği seçimi ne kadar tarafsız ve şaibesizse (!), Papa seçimi de o kadar tarafsız ve şaibesizdir günümüz dünyasında. Kaldı ki, Papalık makamı, BM’den de, NATO’dan da çok daha etkin ve önemlidir.

Ratzinger kardinalken şahin demeçleriyle tanınıyordu. Bir yerde, o demeçler de Papa seçiminde etkili güçlere bir selam, bir mesajdı. Neo-Con terörünün dünyayı kasıp kavurduğu bir zaman diliminde egemen güçlere “Sizin aradığınız adam benim” mesajıydı. Ratzinger cenapları Papa’lık tacını giydikten sonra da şahin demeçlerin ardı arkası kesilmedi. Ve en sonunda mahut konuşma gerçekleşti.

Bu konuşma, konuşanın kimliği veya konuşmanın içeriği ne olursa olsun, bal gibi de siyasi bir konuşmadır. Zaten Papa teorik olarak iki kılıç sahibidir: biri dünyayı, diğeri dini temsil eder. Papa, hangi kimliğiyle yaptı bu hakaret dolu konuşmayı? İçeriğine bakarsanız dini kimlik baskın gibi görünüyor. Fakat zamanlamaya ve verdiği mesaja bakınca, baştan ayağa siyasi bir işlevi olduğu ortaya çıkıyor.

Üç nedeni olabilir bunun:

1) İslam karşıtlığı üzerinden boşalan kiliselere cemaat devşirmek. Gerçekten de Avrupa’da Hıristiyanlık tükeniyor. Bırakın yeni kilise inşasını, eski kiliseler cemaatsizlikten satılığa çıkarılıyor. Bunu önlemenin yolu, düşman bir öteki icat etmek. Hazır, 11 Eylül’ün gölgesinde İslam’a karşı da bir savaş açılmış. Papa efendi, fırsattan istifade iş bitiriyor.

2) Her şeye rağmen Batı insanının İslam’a teveccühünün önüne geçmek. Evet, tüm propaganda ve pompalanan İslam-korkusuna rağmen Batı’da İslam hâlâ insan kazanmayı sürdürüyor. Onlar bunu görüyorlar. Batı insanındaki Haçlı bilinçaltını tahrik ederek İslam düşmanlığını kışkırtmaya çabalıyorlar. Bu yolla İslam’ı merak eden kitlelerin önüne bir önyargı duvarı örmek istiyorlar.

3) Neo-Con takımının savaşına asker yazılıp ganimetten pay kapmak. Akla gelen ihtimallerden biri de bu ve gayet de makul. Bush, gaf-maf diye geçiştirilen o itirafında “haçlı savaşlarına” sahip çıktığına göre, Papa da bu jeste bir karşılık vermeliydi. Protestan-Evangelik Bush’un jestine Katolik Papa’nın cevabı da böyle geldi. Şimdi “Neo-Con” takımı kendine “Teo-Neo-Con” kısaltmasını seçebilir. Bu teolojik destek de böylece tescillenmiş olur.

Gelelim, projenin Türkiye ayağına…

İşbu siyasal konuşmayı yapan Papa’yı Cum-baba Türkiye’ye davet ediyor. Yani, “dini simge” Çankaya’da görünmesin diye Başbakanı dahi eşsiz davet eden Çankaya, baştan ayağa etiyle, kanıyla, canıyla, cübbesiyle, takkesiyle, külahıyla, zünnarıyla, haçıyla dini simge olan Papa’yı Çankaya köşkünde ağırlayacak. Yalnız bir fark var: Bu kez simge İslam’a değil Hıristiyanlığa ait.

Buradan ne çıkıyor? Çankaya sakininin laikliğinin İslam’a karşı söktüğü, Hıristiyanlık ve onun Papa’sı söz konusu olduğunda laiklik hassasiyetinin yerini derin ve anlamlı bir “hoşgörü”nün aldığı gerçeği çıkıyor.

Burada akla gelen bir başka soru var: İslam’a hakaret eden Papa ile İslam’ın inançlarını üstü kapalı “doğma” ve “boş inanç” diye tahkir eden Çankaya sakini el ele vererek ne yapmak istiyorlar?

Sahi bu dayanışma, kimlerle kimlerin dayanışması?


Arif Çevikel
 
,00:42
[w] Kur'an ve Ramazan (1)
Kur'an'da Ramazan ayından söz eden ayet (2.185) biri diğerinin sebebi olan iç içe geçmiş unsurlardan oluşur. Buna göre:

1. Ramazan'ın sebebi Kur'an'dır.

2. Kur'an'ın sebebi hidayet, yani rehberliktir; hem de bütün bir insanlığa.

3. Hidayetin sebebi "beyyinât" ve "furkân"dır. Hidayet ancak bunlarla gerçekleşir.

Beyyinât, "tezini isbata yeterli olan hakikatin apaçık belgeleri" anlamına gelir. Furkan ise "hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden seçip ayırma niteliği ya da yeteneği" anlamına gelir.

Kur'an'ın rehberliği ancak beyyinat ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinat Kur'an'ın kendisinde sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur'an'ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl "furkan" olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinat'ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar.

Fakat bunun ilk ve olmazsa olmaz şartı Kur'an'ın nesneleştirilmesidir ki, maalesef bu böyle olmuştur. Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp 'kutsal nesne' haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti:

Birinci aşama: Lafız mânâ ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan "maksat" ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mânânın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve mânâya dayanarak anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla "okumak" yerine, onu "tilavet" ettiler. Bu aslında, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafızla kapatmak demekti.

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur'an da sadece "mushaf"a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu 'yüceltiyorlardı'. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini "yücelterek" ödeme çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir "sus payı"na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.

Yeri gelmişken belirteyim: son yıllardaki "Kur'an okuma ve anlama" çabaları, ne yazık ki yukarıda aktardığım süreci tersine çevirememiştir. Hatta, klasik dönemlerdeki bu sürecin tam ters dönmüş modern bir versiyonu haline gelmiştir. Çünkü bu çabalar vahyi inşa edici bir özne haline getireceği yerde, vahyi üzerinde beyin fırtınalarının estirildiği, zihin egzersizlerinin yapıldığı bir "yap-boz" haline getirmiştir. Sonuçta modern tasavvurla klasik tasavvur aynı gözede, vahyi nesneleştirme gözesinde buluşmuşlardır.

Bu süreçte vahyin yönü yüz seksen derece değişmişti. İnşa edici olarak vahiy yukarıdan aşağı inen bir hitab iken, özneleşen vahiy aşağıdan yukarıya ruh taşıyan bir "uçan halı" haline getirilmişti.

Kur'an algısında meydana gelen bu tarihi kırılma, özetle şöyle gerçekleşti:

Anlam hayatın içinde 'üretilemeyince' form tüketildi. Tüketilen form inşa edici özelliğini yitirmeye başladı. Buradan sonra tüketenlerin kimliğine göre ikiye ayırmak gerekiyor:

Birincisi hissi nesneleştirme, ikincisi aklî nesneleştirme…

Hissi nesneleştirme hepimizin malumu: Anlam tükenince form yüceltilir. Yüceltilen form, makulün değil mahsusun konusu haline gelir. Mahsusun konusu olan kutsal bir form ise, anlaşılmaz tilavet edilir, yaşanmaz fetişleştirilir.

Aklî nesneleştirme ise, malum olmanın ötesinde bizim neslimizce "bittecribe sabit" olan bir algı türü: Mahsusun karşısında yer almıyor, çünkü "makul" değil, sadece "akılcı". Diğerinin tam karşısında yer alıyor, dengesizliğin karşı kutbunda yani. Asıl zaafı, vahyi kişiliğini inşa edici bir özneye dönüştürememek. Çünkü, algı biçimi yanlış. Tıpkı, hissi algıda olduğu gibi, bu algının yanlışı da nesneleştirme. Tek fark var, o da "hissi" değil "akli" olması.

Vahyin nesneleştirilme hikayesi, yolcunun rehbersiz kalma hikayesidir.


Arif Çevikel
 
,00:37
[w] Ramazanla keyfi kaçan şeytanlar..
Ramazan'ın, medeniyetimizin kurucu unsurlarından biri olduğunu düşünüyorum. Ramazan orucunun hayatın ve toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz eden bir tabiatı var. Gündelik hayatın eksenine yerleşiyor ve onu yörüngesinde döndürüyor. Yeme içme gibi en tabii ve vazgeçilmez beşeri duruma bile çeki düzen veren Ramazan'ın, hayatın diğer tüm alanlarını etkilemesi gayet doğal.

Bu mübarek ayın Müslüman toplumlara vurduğu damga o kadar kalıcı ki, toplumun dine en uzak kesimleri bile çok ya da az onun etkisine girmekten geri duramıyor. Ramazan her kesimin hayatına bir biçimde sokuluyor. Kimilerine damardan giriyor, kimilerine mideden. Ama giriyor ve "Ben geldim!" diyerek kendini hissettiriyor.

Küfr-i inadi sahipleri onun bu derin etkisinden fena halde rahatsız oluyor. Peygamberimiz "Ramazanda şeytanlar bağlanır" buyuruyor. Demek ki şeytanla iş tutanlar rehberlerinin bağlanmasından huzursuzluk duyuyor. Şeytanların bağlandığı bir yerde meleklerin işi kolaylaşıyor demektir. Ramazan'ı herkes için bereketli kılan temel saik de bu olsa gerek.

Ramazan sadece medeniyetimizin kurucu unsurlarından biri değil, aynı zamanda Müslüman şahsiyetin de inşa edici unsurlarından biri. Ramazan'ın inşa edici fonksiyonunu icra etmesi, muhatabın onunla kurduğu ilişkinin derinliğine bağlı.

Ramazan'la yüzeysel ilişki kuranlarda bu mübarek ayın inşa edicilik derecesi kabuk düzeyinde kalır. Ramazan'ın etkisi, muhatabın kabuğunu geçip şahsiyetine ulaşamaz.

Bunu daha önce mektup benzetmesiyle açıklamıştım. İbadetler kulun Allah'a yolladığı mektuplara benzer. İbadetlerle yüzeysel ilişkiye giren, onların ruhuna nüfuz etmeyen ve ibadetin kendi ruhuna nüfuz etmesini sağlamayan, Allah'a içi boş zarf göndermiş gibidir. Elbet bu da bir şeydir ve hiç yoktan iyidir. Ama aynı zamanda bir ciddiyetsizlik göstergesidir. İyilik ettiğiniz birinden mektup aldığınızı düşünün; zarfın içi boş çıkınca ne düşünürdünüz?

İbadetlerle yüzeyden değil özden ilişki kuran, zarfın içini boş bırakmamış demektir. Ramazan'la yüzeyden değil de özden ilişki kurmak, Ramazan'ın varlık sebebi olan vahiyle damardan ilişki kurmakla mümkündür. Çünkü Ramazan Kur'an'ın doğum ayı kutlamasıdır.

Kur'an'ın doğum ayının oruç biçiminde kutlanması tesadüf değil. Oruç, ruhun doyurulması için bedenin aç bırakılmasıdır. Bilinci akleden kalbin etkisine açmak için, şehevi iç güdülerin etki alanından kurtarmaktır. Manevi insanı öne çıkarmak için maddi insanı (beşer) arkaya atmaktır.

Ramazan'ı Kur'an ayı olarak bilip, tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve nihayet hayatı Kur'an'la yeniden inşa etmek, Ramazan'la yüzden değil özden ilişki kurmak demektir. Çünkü vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Benzetmemizden yola çıkarak söyleyecek olursak, Kur'an Allah'tan insanlığa gönderilmiş bir mektuptur. Bu mektupta insanoğlunun iki cihan saadetinin formülleri kayıtlıdır.

Allah'tan kendisine gelen mektupla yüzeysel ilişkiye girenle damardan ilişkiye giren bir olur mu? Bir başka ifadeyle, Allah'ın insanlığa gönderdiği mektubu yüzden okuyanla özden okuyan bir olur mu? Veya vahyin sadece zarfıyla yetinip mazrufunu, yani içini merak etmeyen kimsenin vahye karşı ciddiyeti hangi kategoriye girer?

Netice şuraya geliyor: Eğer insan ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, ibadetlerle ilişkisi de yüzeysel kalmaya mahkumdur. Yani Allah'tan gelen mektup hükmünde olan vahyin sadece zarfına bakan, Allah'a yollanmış mektup hükmünde olan ibadetlerin içini de boş bırakacaktır.

Yapılacak şey belli: Ramazan'ı fırsat bilip onun varlık sebebi olan vahiyle candan yürekten bir ilişkiye girmek. Vahyin inşasına kendini açmak için, bedenin önceliğini akleden kalbe, iradeye ve ruha vermek. Orucun maksadının işte bunu gerçekleştirmek olduğunu unutmamak. Dahası Ramazan'a, çöküş dönemi Pera'sının Levanten kantocularının gözlüğünden bakmamak. Ramazan'a Levanten kantocuların gözüyle bakan, karşısında "direkler arası" alemleri görür. Bu ise, Allah'a yollamak için yazdığınız mektubu, kantocunun göbeğine yapıştırmaktır.

Ramazan’la şeytanlar bağlanınca Şeytan’ın taraftarlarına bir şeyler oluyor. Devlette, siyasette, bürokraside, eğitimde, ekonomide ve hassaten de medyada yuvalanmış şeytan taraftarlarının keyfi kaçıyor. Pirleri olan Şeytan’ı bağladı diye Ramazan’a kılçık atıyorlar. Bunu, kimi açıktan yapıyor, kimi el altından. Kimisi Şeytan’ın sözcülüğünü, kimisi askerliğini, kimisi avukatlığını, kimisi finansörlüğünü kimisi de zangoçluğunu yapıyor.

Onlara rağmen Ramazan geldi hoş geldi. Bu vesileyle okurlarımın Ramazan ayını tebrik eder, hep hoş gelen Ramazan'ın bizleri hoş bulmasını temenni ederim.


Arif Çevikel